Close

19/03/2018

Yeşiller içinde bir sanal dünya özlemi

Ofis mekânı tasarımının başarı ve yaratıcılık meselesi! Sanayi devrimi ofisi ile dijitalleşme devrimi arasındaki fark ne?

Metin: Joachim Ritter

Öğrenciler hiçbir çağda bilgi teknolojileri çağının başında olduğu kadar başarılı olmadılar. Steve Jobs, Bill Gates, Larry Page ve Sergey Brin veya Mark Zuckerberg işlerini, üniversite eğitimleri biter bitmez kurdular. Prensip olarak ellerinde yaratıcılıkları, çok iyi bir fikir ve bir bilgisayar dışında hiç bir şey yoktu. Üretim için makina var mıydı? Gerek yoktu! Tasarımları sıfır ve birlerden oluşan yapılar.

Bugün Apple, Google, Microsoft ve Facebook, her biri güncel 407 ile 752 milyar dolar arasında piyasa değeri olan (aralarında bir de Amazon var) dünyanın en değerli altı şirketi olarak kabul ediliyor.

Akla, bahsedilen şirketlerin konumlarını sürdürebilmeleri veya daha büyümeleri için neye ihtiyaçları olduğu geliyor? Bulunduğumuz modern dünyada çalışkanlık ve disiplin dışında gelecekte de var olmak için ne gerekiyor? Şu sıralar dijitalleşme bize yaratıcılık ve özgün çalışma özgürlüğü veriyor. Bu özgürlük, yirmili yaşlardaki insanların doğallıkları ve umursamazlıklarının ruhundan besleniyor. Gelecekte de olmasını istediğimiz yaratıcılığın kesinlikle önünü kesmek istemeyiz! Verimliliğin, montaj bantları ve uzmanlaşmanın çıkış yaptığı ülke ABD’de dahi 4 m2’lik ofis hücrelerinin zamanı çoktan geride kaldı. Dijitalleşme ve veri miktarı bugüne kadar insanları sıkan her yapıyı dağıttı. Hiç olmadığı kadar yaratıcılık ve hayal gücüne ihtiyaç var. Bu nedenle, ofislerin görevi artık belirtilenler için gereken çerçeve koşullarını oluşturmak. Aklınızı serbest ve doğal bir çevrede özgürleştirin. Apple tamamen bu fikri düstur edinmiş durumda. Foster & Partner tarafından tasarlanan San Francisco’daki yeni Apple yerleşkesinin bu sene tamamlanması bekleniyor. 10.000 m2’lik bir sağlık stüdyosu dahil projenin beş milyar dolara yakın bir bütçe çerçevesinde tamamlanması bekleniyor. Daire şekilli yapı, yaklaşık yarım kilometrelik bir çapa sahip. 12.000 çalışan bu binaya taşınacak ve geleceğin teknoloji buluşlarını yapacak ve programlayacak.

Asıl vurgulanması gereken nokta şu: Toplumumuzun dijitalleşmesi neredeyse her şirketin ve iş yerinin bu dönüşümden bir gün geçmesi gerektiği. Digital çalışmalar toplumumuzun normali ve temeli haline geldi. Kağıt ve baskı? Yok, her şey dijital! Posta? Yok, dijital! Çalışma masası? Tabi ki dijital! Bu artık bir ütopya değil. Tüm bu değişiklikleri ofis ortamlarımıza da entegre etmek ve çerçeve koşullarını oluşturmak bizim neslimizin görevi. Diğer taraftan doğal köklerimize inme ve bir karşı kutup oluşturma ihtiyacı giderek belirgin hale geliyor. Geleceği bu temele oturtarak yeniden inşa etmek ve şartlara uyum sağlamak bugünün tasarımcılarına bağlı. Bu çağda, şimdi ve burada. Doğruyu söylemek gerekirse, kendini rahat hissetme, ofis planlamasının yeni fikri değil. Google’ın 10.000 m2’lik fitness salonuna karşılık, Finlandiya’nın belediye binalarında dahi normal olarak uygulanan ve öğlen molalarında çalışan personel tarafından kullanılabilen binlerce sauna var. Bu nedenle modern bir ofis dünyası yönünde yapılacak adım, felsefesi itibariyle o kadar da büyük değil. Sadece çalışma çevresi konusunda modern şartlar biraz farklı. Aslında artık geleceğin ofislerinin nasıl olacağına dair yeterli çalışma ve işaretler var. Çoğu fikir, çalışanı rahat hissettirme ve doğallığa dayanıyor. Artık aydınlatma tasarımcılarından çok daha fazlasının istendiğini bu noktada anlamış olmalıyız.

Sedus gibi ofis mobilyası üreticileri, fuarlarda sunumlarına aydınlatmayı ofis dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak eklediler ve bütüncül çözüm fikirleri arıyorlar. Işık, iletişim ve hatta kokular dahi kendini rahat hissetme toplumunun önemli faktörleri. Bunlar bir ofis ortamını kapsıyor ve çalışanlara ihtiyaç duydukları motivasyonu veriyorlar. Aydınlatma endüstrisi de bu alandaki fırsatı gördü ve bundan faydalanmak istiyor.

Şu sıralar İnsan Odaklı Aydınlatma (Human Centric Lighting) sloganı ile ışığın bu konuya yapabileceği katkıya işaret ediliyor. Aslında söylenmek istenen şu: Doğanın sunduğu avantajları sunan ancak beraberinde, kontrol edilebilirlik, kamaşma etkisi ve basitçe söylenecek olursa, doğanın karmaşıklığı gibi rahatsız edici faktörleri getirmeyen, doğaya benzer bir ortam yaratmak. Tüm bu faktörleri tek başına aydınlatmaların içine paketlenen bileşen ve yazılımlarla sağlamak mümkün değil. İnsan ve ihtiyaçları, bize basit çözümlerle gösterilenlerden daha karmaşık. Aydınlatma, başka faktörler ile uyumlu hale getirilmesi gereken bir faktör. Bu ise bir tasarımcının görevi, bir yazılımın işlevi değil. Bu şekilde olması çok iyi, çünkü ofis gibi alanlarda da aydınlatma tasarımcısı gibi bir uzmanın görevlendirilmesi gerektiği için önemli bir argüman.

O zaman geleceğin tasarımcısını ne bekliyor? Çözüm odaklı ve yaratıcı şartları sağlayacak bir iş yerini tasarlama konusunda aydınlatma tasarımcıları yeni felsefe çerçevesinde neler yapabilir? Kesinlikle üstesinden gelinmesi gereken doğal bir temele dayanan bir ortam. Bu noktada ortam sadece bir etkinlik faktörü gibi görülmemeli. Ortam yine nötr bir faktör olarak görülmeli. Aydınlatma tasarımcısının mesleği açısından üstesinden gelmesi gereken en temel problemlerden biri de burada bahsedilen. Çünkü, hepimiz sonuçta bir tarafta ışığın duygularımız üzerinde etkisi olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan, çalışmayı etkiliyor. Bunu biraz açacak olursak: İşletmeler çalışanlarına eğlence olsun diye ücret ödemez. İşte tam bu noktada ileri görüşlü işletmeler ile dar görüşlü işveren arasındaki fark ortaya çıkıyor. Konu eğlence değil, konu düşünerek, verimli çalışma için temel koşulları sağlamak. İşletmeci olarak Bertelsmann Holdingin dünya çapında üne kavuşmasını sağlayan Reinhard Mohn bunu 50 yıl öncesinde biliyordu. O, çalışanlarına ücreti iş yerinde harcadıkları zaman için değil, ortaya çıkardıkları sonuçlar için ödemek istiyordu.

Bu nedenle, mimarlar ve aydınlatma tasarımcıları insanı tekrar tüm çalışmaların merkezine almayı geleceğin bir görevi olarak görüyorlar. Öylesine bir zorluk ki, her yeni tasarımda işlenmesi ve yeniden tanımlanması gerekiyor. Sonuç olarak ortaya, insan için son derece yaşanası bir çevre yaratılıyor.

İster doğal ister yapay ışık olsun, her tasarımda ve hatta insanın algılama sisteminde egemen bir rol oynuyor. Gerçek dünyada, kilogram, metre, kota, Lux, desibel veya derece bazında ölçülebilen fiziksel boyutlar var. Günümüz rasyonel odaklı kültüründe bu tür ölçüm birimlerine kendimizi teslim etmeyi seviyoruz, çünkü bunlar dünyamızı kendi fiziki gerçekliğinde gösteriyor. Bunlarla tasarımı kolayca yorumlayabiliyor veya değerlendirebiliyoruz.

İnsan ise algılar dünyasında “duygusal birimler” ile ölçülüyor. Örneğin ısıyı derece olarak değil, “soğuk” ya da “sıcak” olarak hissediyoruz. Sesler “gürültü” veya “müzik” anlamına geliyor ve kokular “ağır koku” veya “mis gibi hava” olarak algılanabiliyor. Cisimler kısa veya uzun, geniş veya dar, kalın veya ince, açık veya koyu renkli olabiliyor.

Birçok insanın aynı anda internet ve WLAN kullanımı, kaçınılmaz bir şekilde darboğazların oluşmasına neden oluyor. Sinyal ağlarının kapasiteleri sınırlara dayanıyor ve etrafımdaki komşularımı öncelikle cihazlarımın Wi-Fi listesinden tanıyorum. Çelik beton duvarlar, iletişimi ve veri geçişini düşürüyor. Çoğu ağlar şifresiz ve veri trafiğinin büyük bir kısmı rahatlıkla hack edilebiliyor ve herkese açık bir şekilde okunabiliyor. Bilim insanları tüm problemlere çözüm olacak veri aktarımı için bir standart konusunda araştırmalar yapıyorlar. Visible Light Communcation veya Light Fidelity, kısaca Li-Fi. Ayrıca, optik veri aktarımının birçok ve tamamen farklı şekilleri var. (zaten başka nasıl olabilirdi). Hatta Oxford Üniversitesinde bir araştırma grubu, ışık üzerinden 224 Gbit/s hızda veri aktarmayı başardı. Bu işlem için altı farklı dalgayı bir demet şekline getirdiler.

On yıldan fazla bir süredir çeşitli kurumlar, ki buna “Fraunhofer Institut für phtonische Mikrosysteme (IPMS)” dahil, geleneksel elektro manyetik olarak çalışan Wi-Fi’ın yerini alacak, geleceğin veri aktarım standardı alanında araştırmalar yapıyorlar. Ekim 2011’de dört kurumdan bir konsorsiyum oluşturuldu. Konsorsiyum standardı oluşturmakla görevli. Bu arada araştırmacılar, teknolojiyi baz alan bir sanayi çözümü üzerinde çalışıyor. Bu çalışmalar esnasında 12,5 GBit/s aktarım hızına ulaşıldı. Alman bilgisayar bilimcisi ve Li-Fi öncüsü Prof. Harald Haas’ın da ortak olduğu İngiliz şirketi pureLiFi, 2016 Li-Fi-X’i tanıttı. Bu Sistem Li-Fi üzerinden veri aktarımı yapan dünya çapında ilk seri sistem. Yeni bir kitle pazarı için yarışmaya Kanada ve Fransa’dan da konsorsiyumlar katıldı. Bir radyo yönlendiricisinin anteni yerine LED kullanılıyor. LED’ler zaten aydınlatma için devrede oluyor. Yollanan ışık veri için aktarım aracı niteliğinde. Çok yüksek bir frekans ile LED’lerin yoğunluğu azaltılabiliyor ve uç cihaza yerleştirilen fotosel alıcıya sinyalleri aktarıyor. Yüksek devreleme frekansı nedeniyle bu işlemi bizim gözlerimizle görmemiz mümkün değil. Aktarıcının her iki yoğunluk durumunun sürekli değişmesi ile biner veriler gönderilebiliyor. Burada da düşünülenden çok daha fazlası var: Örneğin, verilerin önceden farklı taşıyıcılara dağıtılması gerekiyor. Şimdilik hiç de fena değil!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir