Close

18/01/2023

Işık, Hız ve Reklam

Metin: Manas Deniz, 781 Aydınlatma Tasarımı 

“Sürücülerin çimenlerin, çiçeklerin ne olduğunu bilmediklerini düşünürüm bazen; çünkü onları asla yavaş giderken görmezler.” 

H.G Wells, George Orwell, Aldous Huxley ile beraber distopik yazarların şahlarından olduğunu rahatlıkla iddia edebileceğim Ray Bradbury’e ait bu sözler. Daha doğrusu 1953’te yazdığı meşhur romanı Fahrenheit 451’de aklının ardındaki büyüye sadece kitabın ilk sayfalarında tanıklık edebildiğimiz genç Clarisse’e ait. Clarisse, Fahrenheit 451’in distopik dünyasındaki araç sürücülerinin yollarda her daim yüksek hızda seyretmelerini zorunlu kılan totaliter bir devletin çıkardığı özgürlük karşıtı bir yasadan şikayet eder durur. Şikayet eder çünkü farkındadır ki bu kural kimsenin dünyanın güzelliklerini durup inceleme, büyüleyici detayları görme fırsatı yaratmasına izin vermez; herkes, her daim, çabucak geçip gitmek zorundadır bir yerlerden. 

“Bir sürücüye yeşil bir bulanıklık göstersen ‘Ah evet! Bunlar çimen’ der. Pembe bir bulanıklık? ‘Bu bir gül bahçesi! Beyaz bulanıklıklar evlerdir. Kahverengi bulanıklıklar ineklerdir.” diye devam eder sözlerine 17 yaşındaki Clarisse. 

Ancak bir sorun vardır, bu hız kuralı nasıl hayvanların, çiçeklerin, dağların, güzel ne varsa hepsinin yalnızca bulanık bir görüntü olarak görülmesine sebep oluyorsa, yol kenarlarında ışıl ışıl parlayan reklam panoları da bir o kadar okunamaz hale gelir. Neyseki bu sorunu tüm panoları devasa boyutlarda üretmeye başlayarak kolayca çözer bizim distopik devletin distopik yetkilileri. Nihayetinde renkler bulanıklaşırken, reklamlar kristalleşir. 

Bradbury’nin 70 yıl önce kağıda döktüğü gittikçe karanlıklaşan bu dünyanın bizim dünyamızdan çok da farklı olduğunu iddia edemeyiz. Evet, bizim dünyamız derken ışığın ve aydınlatmanın mucizelerine ucundan kıyısından da dahil olmuş tasarımcıların, üreticilerin, akademisyenlerin dünyasından bahsediyorum. Karşılaştığımız yasalar, yasaklar, standartlar, sınırlamalar, yönlendirmeler bir yana hepimizin bir şeyleri yetiştirmek, halletmek, bir an önce paketleyip göndermek, her gün güncellenen ve değişen trendleri ve teknolojileri takip etmek adına taşımak zorunda kaldığı bu hız biz, ışık sevdalılarının da görüşünü de bulanıklaştırıyor olmasın? 

2019 yılında Almanya’da Mimari Aydınlatma Tasarımı üzerine yaptığım yüksek lisansımı tamamladığımdan beri ışığın ve aydınlatmanın bireysel, toplumsal ve global sağlığa nasıl daha iyi hizmet edebileceğine dair kafa yoruyor, bir şeyler yazıyor çiziyor, benimle aynı derde sahip insanlarla konuşuyor ve çıkarımlarımızı üniversitelerde dersler ve seminerler aracılığıyla anlatmaya çalışıyorum. Tüm bu düşünsel ve anlatımsal sürecin bir noktasında farkettim ki çoğumuz aydınlatma endüstrisinin göklere çıkardığı meşhur “hız ve verimlilik trendinin” bir parçası çoktan olmuşuz bile. Biraz da mecbur bırakılmışız, aksi takdirde yavaş yavaş ilerleyen, ışığın merkezine insanı, doğayı ve toplumu koyan biri nasıl olacaktı da takip edecekti bunca trendi, haberi ve teknolojiyi, nasıl yetişecekti yaklaşan teslim tarihlerine? Aydınlatma tasarımının ve ışığın hayatımız üzerindeki katkılarına dair yaklaşımlar olumlu yönde gelişmiyor değil, bu konudaki bilincin yavaş yavaş oluşmaya başladığını, dinlemeye ve anlamaya vakti olanların bir şeyleri değiştirmeye çalıştığını da belirtmeden geçmemek gerekir. Ancak ne yazık ki hala çok hızlıyız, bulanık da olsa görmeyi bırakın, gözden tamamen kaçırdığımız onca değerin varlığının hala farkında dahi değiliz. Clarisse talihsiz bir karakter olsa da bilinci açıktı, içinde yaşadığı dünyanın reklamlarının onlara ne düşünmeyi ve neleri satın almayı emrettiğini çok iyi gözlemlemişti. Peki ışık ve aydınlatma dünyasının reklamları bize ne söylüyor? Taşıdığımız bu hız bizi tutkulu bir ışık sevdalısından alıp gerçeklikle yarışırcasına gaza basan bir yarış pilotuna çevirdiği esnada yaşadığımız gezegenden, toplumdan ve hatta kendimizden ne kadar uzaklaştığımızın farkında mıyız? Bazı şeyler apaçık gözümüzün önüne serilmiş iken neden hala diğerlerine buzlu bir camın ardından bakıyoruz? Bizi daha iyi bir beden ve ruha, daha sağlıklı bir topluma, daha uyumlu bir ekosisteme sahip olmaya ve nihayetinde daha iyi bir ışık-aşığına (artık bize böyle hitap edeceğim) dönüşmeye vesile olacak detayları görmekten hala çok uzağız, görüşümüz hala çok bulanık. Yine de gelin neleri kaçırıp neleri gördüğümüze beraber bakalım.

Bizim reklam panolarımız da Fahrenheit dünyasındakiler kadar devasa ve kendinden emin. Bu özgüvenleri bizim de onlardan asla şüphe etmemize sebep oluyor. Zaten bu hızla giderken görebildiğimiz birkaç şeyden biri olan bu reklamların dürüstlüğünden şüphe etmek de işimize gelmiyor. Ne diyor bu panolar bize peki, hiç düşünmüş müydük? 

Uzun bir süredir enerji verimliliği yüksek ürünlere, çözümlere, aydınlatma metodlarına, doğa dostu projelere yapılan övgüler ve teşvik çağrıları kulağımızda çınlıyor duruyor. Her tasarımcı, mimar veya üretici ziyaret ettikleri her fuarda, dinledikleri her seminerde, dokundukları her projede verimliliğin önemi hakkında tonla uyarı alıyor, yönlendirmelere ve tavsiyelere maruz kalıyor. Aydınlatma seminerlerindeki konuşmacılar, ürün familyalarının tanıtımlarını yapan tedarikçiler ve yeni tamamladıkları projelerinden bahseden tasarımcılar ne kadar verimli ve enerji-dostu bir çalışma yaptıklarından, kullandıkları son teknoloji ürünlerden, akıllı kontrol sistemlerinden bahsetmeden geçmek istemiyorlar. Tüm ışık-aşıkları bütün vizyonlarını “daha verimli bir dünya” üzerinde kurgularken ışığın ve aydınlatmanın diğer tüm değerleri ister istemez yok sayılmaya başlanıyor, çünkü onları da hesaba katabilmek için geriye ne zaman kalıyor, ne bütçe ne de sabır. 

Tüm aydınlatma endüstrisinin nasıl daha verimli bir yaklaşım çevresinde evrildiğinin en büyük göstergesi olarak enkandesan ve halojen (kısmen) lambaların satışının yasaklanması gösterilebilir. Bunun sebebi ise şüphesiz ki “ışık” kavramını algılama ve tanımlama biçimimizin uğradığı bariz mutasyon. Bu mutasyon, ışığı sadece ve sadece elektrik enerjisinin en verimli şekilde dönüştürüldüğü “görülebilir ışık” olarak tanımlanması sonucu gerçekleşti. Elektrik enerjisi ışık enerjisine dönüşürken ortaya çıkan gözle görülemeyen enerjilerin önemi ve üzerimizdeki etkileri bir süredir yok sayılıyor, hatta verimsizlik ve boşa enerji kaybı olarak görülmekten öteye geçemiyor.

Bu konunun felsefi ve fiziksel altyapısının detaylarında çok boğulmadan şunu rahatça söyleyebilirim ki, insanoğlu dahil tüm canlı ırkları dünya üzerinde nefes almaya başladıklarından beri Güneş’e ve gün ışığına maruz kaldılar, ondan faydalandılar ve onun hareketlerine ve etkilerine adapte oldular. Gün ışığının bulundurduğu elektromanyetik spektrumunun (buna görülebilir ışığın dalga boyları kadar, ısı ve ultraviyole enerjisi de dahil) üzerimizde günümüze kadar psikolojik ve fiziksel etkileri oluştu; vücudumuzun hormon salınımı dengesi günün farklı saatlerinde bize ulaşan dalga boylarına göre değişti, uyku düzenimiz ve vücut ritmimizi düzenleyen, bizi ısıtan, uyanık tutan ya da iyileştiren, hatta enerji veren sadece güneşin gözümüzle gördüğümüz ışığı değil, geriye kalan dalga boylarıydı aynı zamanda. Ne yazık ki elektriğin icadından beri, özellikle de 21. yüzyıldaki enerji krizleri, karbon salınımları ve verimlilik paranoyası ile birlikte ışık enerjisine dönüştürülemeyen her enerji aralığı bizim için “faydalı” olmaktan çıkıp sadece “kayıp” olarak tanımlanır hale geldi.

Bir aydınlatma tasarımcısını aklıselim, bir aydınlatma yaklaşımını da makul, bir aydınlatma ürününü de “iyi” kılan birinci parametre enerji verimliliği (artık bunun tüketilen enerji başına üretilebilen ‘görülebilir ışık’ olduğunu tanımlamış olduk) olmuşken bir ürün kataloğunu incelemeye başladığınızda en büyük ve en kalın harflerle yazılan ilk niteliğin “watt başına düşen lumen” verisi olduğunu görmek şaşırtıcı değil. Tabi ki de burada LED üreticilerini suçlamak gibi bir niyetim yok, talepler ve trendler bu doğrultuda gelişirken onlardan her zaman avangart ürünler ve metotlarla piyasada şok etkisi yaratmalarını beklemek pek de gerçekçi değil. Burada görev bize, ışık-aşıklarına, aydınlatma tasarımcılarına, aydınlatma trendlerinin bilinmeyen yüzüne aşina, ışığın görmezden gelinen nitelikleri hakkında bilgi sahibi, iyi bir aydınlatma tasarımı yaklaşımının bireysel, toplumsal ve global ölçekteki etkilerini öngörme yetisine sahip, verimliliğin önemini bilen ancak ışığı ona indirgemeyen her bir bireye düşüyor. Bu kısır döngüden kurtuluşumuz, eğrisi doğrusu pek de düşünülmeden oluşturulan taleplere, “tam gaz” sürdürülen projelere ufak bir nefes arası vermekten, sadece kullanıcıyı ve tüketiciyi değil, üst düzey yöneticileri, politikacıları, siyasetçileri, devletler önderlerini eğitmekten geçiyor olabilir. Tabii durmaya zamanları varsa.

Dört bir yanımız enerji dostu teşvikleriyle çevrelenmişken nihayetinde gerçekten de bu kadar verimli olabiliyor muyuz diye düşünmeden edemiyorum, veya soruyu şöyle soralım; ürünler ve teknolojiler her ne kadar verimli olsa da, biz kullanıcılar verimsiz olursa sonuç hayal edilene yine de yakın olur mu? Verimlilik panolarının parlak ışıklarını bir çırpıda söndürebileceğini düşündüğüm anti-tezlerden biri de Jevon Paradoksu olarak adlandırılan psikolojik etkide yatıyor. Genellikle ekonomi alanında daha sık rastlanan bu fenomen, aslında aydınlatma sektöründe farklı ölçeklerdeki uygulamalar için de oldukça geçerli olabiliyor. Jevons Paradoksu basitçe, verimliliği kanıtlanmış bir ürünün suistimal edilircesine aşırı kullanımını tanımlıyor. 

Bu etkiyi bizzat başımdan geçen bir olayla basitçe örneklendirmek için vaktimiz vardır diye düşünüyorum. Geçtiğimiz yıllarda samimi bir arkadaşım bana evine akıllı RGB aydınlatma sistemi entegre etmek istediğinden bahsetti. Evindeki her armatürün Wi-Fi aracılığıyla akıllı telefonundan kontrol edilebilen, parlaklığı ve rengi ile oynanabilen LED lambalarla donatılması için bilindik bir markanın pahalı bir ürün familyasından satın almaya karar verdiğini, evindeki tüm lambaları önceden oluşturduğu renk ve parlaklık senaryolarına göre aydınlatmak istediğini anlattı, hatta bu senaryolar arkadaşımın o günkü moduna göre ayarlanabilecek, sakinse mavi, öfkeliyse veya duygusal hissediyorsa kırmızı, enerjik uyanmışsa da dinamik renklerle yanabilecek, ışıkları o daha eve dahi gelmeden açabilecekti. Her ne kadar bu kadar fazla sayıdaki aydınlatma ürününün hem satın alışta hem de uzun vadede ona pahalıya patlayacağını söylesem de, hayali böyle bir ev ve böyle bir aydınlatma konseptiydi. Benim için de enteresan bir gözlem olacağı için birkaç uyarıdan sonra hevesini de kırmamak adına pek de müdahale etmek istemedim. Şimdilerde evinin her yanında RGB LED lambalar var, farklı farklı şekillerdeki ampuller, şerit LED’ler, onları birbirine bağlayan Wi-Fi köprüleri, her köşeye yerleştirilmiş ayaklı lambaderler evinde gerçekten de hoş bir ortam oluşturmuş durumda. Bu ürünler tabi evin o fütüristik RGB atmosferini korumak adına sabah-akşam yanıyor, farklı senaryolara geçiş yapıyor, kullanıcının moduna ve evdeki etkinliğe göre renk değiştiriyor, hatta ses ile dahi kontrol edilebiliyorlar. Diğer tarafta ben evimin oturma odasında enerji verimliliği yönünden LED lambalarla hiçbir koşulda boy ölçüşemeyeceği yüzlerce test ile kanıtlanmış 2 adet halojen lamba ile  aydınlanıyorum (genellikle de %25-30 parlaklıkta yanarlar), her odadan çıktığımda kapatıyor, geri geldiğimde tekrar açıyorum. Biz eve varmadan kendilerini açacak veya moduma göre renk değiştirecek akıllı bir sisteme de entegre edilemiyorlar. Hangi oturma odasının göze daha hoş geldiğini ya da daha uzun bir elektrik faturası getirdiğini henüz bilmiyorum, ancak verimlilik dediğimiz kavramın sadece ürün bazındaki verilerle tanımlanamacağını, belki de en büyük etkenlerin kullanıcı, kullanım alanı ve kullanım senaryoları olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Bu küçük ölçekli örnek ne yazık ki çok daha büyük ölçeklerde de karşımıza çıkıyor. Her bir köşeye sığan şehir ışıkları, rengarenk cephe aydınlatmaları, cıvıl cıvıl yanan iç mekan lambaları derken verimliliğinden şüphe etmediğimiz tüm yeni teknoloji lambaları bulabildiğimiz her yere yerleştirerek, tüm avantajlarını suistimal etmiş, yıllar süren AR-GE çalışmalarını mahcup etmiş oluyoruz.

Gerçekliğinden ve dürüstlüğünden emin olduğumuz devasa reklam panolarının boyutlarını küçültüp, ışıklarını biraz da olsa söndürmeye başladığımızı düşünüyor ve temenni ediyorum. Peki biz billboardları okumakla meşgulkengözden kaçırdıklarımız ne olacak? Ayağımızı gazdan biraz daha çekip, etrafımıza şimdi bir de beraber bakalım.

Verimlilik paranoyası, tüm dünyada geleneksel lambaların ve ışık kaynaklarının terk edilmesine (veya dediğim gibi yasaklanmasına), enerji verimliliği rakamları rakipsiz olarak gösterilen LED teknolojilerinin de popülaritesinin hızla artmasına sebep oldu. Az önce “rebound effect” veya finans literatüründeki adıyla “Jevons Paradoksu” olarak bahsettiğim etki kendisini büyük ölçekli dış mekan aydınlatma senaryolarında daha da baskın bir şekilde ortaya koymaya devam ediyor. LED ışık kaynakları daha doğrultulu, yönlendirilmiş ve kontrol edilebilir bir aydınlatma yaklaşımı sunsa da, bu verimlilik suistimali bize başından beri vadedilen kontrollü ve sağlıklı dış aydınlatma rüyasını gerçekleştirmekten maalesef çok uzak kalıyor. Hem yeryüzünde hem de gökyüzünde yeni teknoloji ışık kaynakları ve aydınlatma aygıtları tarafından aşağılara çekilmesi öngörülen aydınlık düzeyleri beklenilenin tam aksine bir grafik sergiliyor. Geleneksel düşük ve yüksek basınçlı sodyum lambaların mütevazi ve monokromatik görüntüsü yerini soğuk, her daim ışıl ışıl yanan, hareket eden göz kamaştırıcı abilerine teslim etmiş durumda. Birçok araştırma LED ışık kaynaklarının öncesine ve sonrasına ait şehir ve ülke ölçeğindeki uydu görüntülerini içeren analizler sunarak tüm dünyadaki parlaklığın beklenenin aksine arttığını, çok daha kontrol edilebilir olduğu varsayılan yeni teknoloji lambaların gökyüzünü rengarenk ışıklarla boyayarak adeta postmodern bir ressamın tuvaline çevirdiğini gösteriyor. Biz de bu sırada gökyüzünün ve yıldızların neye benzediğini unutuyor gidiyoruz. 

Tabii sorun sadece yeni teknolojilerin suistimalinden kaynaklanmıyor. Politikacıları, belediyeleri ve tüm yerel yönetimleri ışığın doğru ve yeterli miktardaki kullanımına ne kadar ikna edersek edelim işin üstesinden gelinmesi gereken bir de fiziksel ve teknolojik boyutu var. Her ışık kaynağı, ışık üretmek için farklı teknolojiler kullanıyor, bunun sonucunda da farklı elektromanyetik dalgalar oluşuyor. Bahsi geçen sodyum lambalarının monokromatik, tupturuncu bir ışığa sahip olmalarının sebebi bu lambaların oluşturdukları elektromanyetik dalga boyu aralığının sadece 550-650 nanometreye denk gelmesinden, bu dalga boylarının da gözümüz tarafından sarı-turuncu bir ışık rengi olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Ancak yüksek enerjili dalga boylarıyla mavi ışık üreten yapma ışık kaynakları hayatımızda henüz çok yeni. Bunlara LED lambalar da dahil. LED lambalar genellikle mavi ışık üreten bir çipin üzerine yerleştirilen sarı renkli fosfor sayesinde beyaz ışık üretiyor. Bu da demek oluyor ki, bir LED ışık kaynağının rengini ne kadar sıcak görürsek görelim, ürettiği elektromanyetik dalgaların çoğu aslında mavi ışık aralığına tekabül ediyor. Hah, işte sorun da burada başlıyor. 

Dünya üzerindeki tüm canlılar insanoğlu ateşi icat edene kadar sadece gün ışığı ile, 19. yüzyıla gelene kadar da sadece termal radyatör dediğimiz (ateş, mum, meşaleler, gaz lambaları, enkandesan lambalar) ısı yayarak ışık üreten yapma ışık kaynakları ile aydınlandılar. Bu ışık kaynaklarının ortak özelliği, içerdikleri elektromanyetik dalga boylarıydı. Her bir termal radyatör ışık kaynağı içinde ya çok az yüksek enerjili “mavi ışık” dalga boyu barındırıyor ya da hiç barındırmıyordu. 19. yüzyıla kadar insanoğlunun maruz kaldığı tek  mavi ışık kaynağı gün ışığıydı, ancak o da istese de istemese de gün batımına kadar sürüyordu. 

Ufak bir tarih araştırmasıyla sorun aslında oldukça bariz ve basit hale geliveriyor. Bunca yıl tüm fizyolojik ve psikolojik dengemizi hormon salınımı ve endokrin sistemi üzerindeki etkisiyle regüle eden ışığın, bu yeni ve alışık olmadığımız halinin üzerimizde olumsuz etkileri olmaması mümkün mü? İnsanoğlu dahil tüm canlıların bunca yıldır ışığa dair geliştirdiği adaptasyonların, vücut saatlerinin, avlanma becerilerinin, hayatta kalma ve göç etme içgüdülerinin bu yeni ve alışılmadık ışık yüzünden yaşadığı bozulma bizim gökyüzünü ve yıldızları göremememizden çok daha tehlikeli ve geri döndürülemez sonuçlar doğurabilir mi? 

Her bir köşeye sırf yapabildiğimiz için LED ışık kaynakları dizerken, her bir cepheyi, ağacı ve yolu ışıl ışıl ışıklarla aydınlatırken tüm yaşamsal fonksiyonlarını ışığa göre regüle eden canlıların, gece vakti maruz kaldıkları parlak bir ışık kaynağı yüzünden yüze yüze gelebilecekleri hayati tehlikeleri hiç düşünmüş müydük? Işığa olan hassasiyetleri nedeniyle gece avlanan ve karanlıkta çevrelerini algılama becerileri daha gelişmiş olan yarasaların parlak ışık kaynakları nedeniyle aç kalabileceklerinin, hatta çevresel farkındalıklarının tamamen bozulup peri LED’lerle aydınlanan bir ağaca ya da rengarenk yanan bir televizyon kulesine çarpabileceklerinin, göç güzergahlarını ayın konumuna göre belirleyen göçebe kuşların ve deniz kaplumbağalarının bir aydınlatma direğinin soğuk beyaz ışığını ay ışığı zannederek kaybolabileceğinin, tüm hareket becerilerini ve yön algılarını yine ay ışığına göre geliştirmiş olan kanatlı böceklerin kompakt floresan lambaların etrafında çarpa çarpa dönüp durmasının, aydınlatmanın ve aydınlatma tasarımının bir sorumluluğu olduğunu daha önce hiç farketmiş miydik? Tüm bu canlıların bu “yeni parlak ışıklara”, dünyamızın yeni teknolojilere adapte olabildiği kadar hızlı uyum sağlayabileceklerinden emin miyiz? Biz “ışık-aşıkları”, sadece verimlilik ve estetik kaygılarıyla sürdürdüğümüz dış mekan projelerini tam gaz sonlandırmaya çalışırken taşıdığımız hız görüşümüzü bulanıklaştırıyor, reklam panolarının parlak ışıkları gözümüzü alıyor, ekosistemin üzerindeki etkilerimizi görmemizi engelliyor. Yolunda en başında kurtarıcımız olarak seçtiğimiz ışık, bir anda doğanın katili kılığına bürünüyor.

Yeni teknoloji ışık kaynaklarının ve verimlilik reklamlarının tek olumsuz etkisi ekosistem ile de sınırlı kalmıyor, dolayısıyla “ay ışığını veya yıldızları görmesem de olur” gibi bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cı yaklaşımlarla işin içinden çıkma şansımız da pek yok gibi. İnsanlar olarak biz de hayati fonksiyonlarını gecenin ve karanlığın etrafında kurgulamış canlılar kadar mavi ışığa karşı hassas ve korumasızız. Bunun en basit göstergeleri bir alışveriş merkezinde geçirdiğiniz saatlerin ardından hissettiğimiz baş ağrıları veya uyumadan önce sosyal medyada amaçsızca gezindikten sonra uykuya dalmakta zorlanmamız olabileceği gibi uzun vadede obezite, gözde makula dejenerasyonu ve kalp hastalıkları gibi ciddi sağlık sorunları da olabiliyor. Üstelik dışarı çıkamadığımız, dolayısıyla direkt gün ışığına uzun günler boyunca maruz kalamadığımız, nihayetinde de vücut saatimizin ve sirkadiyen ritmimizin düzenlenmesi için yapma ışık kaynaklarına muhtaç kaldığımız pandemi döneminde yaşadığımız fiziksel ve mental tembelliğin, uyuşukluğun ve isteksizliğin sebepleri arasında başta IR (kızılötesi) ışınlar olmak üzere vücudumuzun enerji üretimi ve hormon salınımı için ihtiyaç duyduğu dalga boylarına maruz kalamamak olduğunu kimse konuşmuyor.

Ekosistem ve doğal yaşam kadar biz insanlar da teknolojinin ve piyasanın bu hızına henüz ayak uydurabilmiş değiliz, yakın zamanda da uydurabilecekmişiz gibi durmuyor. Yeni aydınlatma teknolojileri ve LED ışık kaynakları hayatımızın her köşesini işgal etmiş durumda. Sadece aydınlatma aygıtları içerisine yerleşerek değil, saatlerce ara vermeden isteyerek veya mecburiyetten bakmak zorunda kaldığımız akıllı telefonların, tabletlerin, bilgisayar ekranlarının arkasından da gözlerimizi kamaştırmaya ve bizi huzursuz etmeye devam ediyorlar. Pandeminin sevimsiz eklentisi “esnek ve uzun çalışma saatleri”, sosyal medya bağımlılığı, tekil ve sürekli izleme alışkanlıkları veya medya tüketmeden uyuyamama gibi hayatımıza yeni dahil olan rutinler bizi neredeyse günün 24 saati LED ışık kaynaklarına ve barındırdıkları yüksek enerjili mavi ışık dalga boylarına mahkum etmiş halde. Sadece çok azımız, bu ışık kaynaklarının vücudumuzun akşam saatlerinde maruz kalmaya hiç de alışık olmadığı mavi ışık dalga boylarını barındırdığından haberdar. 

Kendi adıma konuşacaksak olursam, bireylerin sosyal medya ve ekran alışkınlarını değiştirme çabasına girmek bana pek de gerçekçi bir mücadele olacakmış gibi gelmiyor. Yeni medya alışkanlıkları gözlerimizi ve kulaklarımızı sadece onu görüp duyabileceğimiz dikenli bir iple bağlamış durumda, gerçekliğe tepki verecek fırsatı pek de bulamıyoruz, bulsak dahi az da olsa kıpırdayınca yüzümüze dikenler batıyor, canımız acıyor, kafamızı alternatif gerçekliğe geri çeviriyoruz. Mavi ışık kadar reklamlar ve o parlak ışıkları da başımızı bir o kadar ağrıtıyor. Yine de umutsuzluğa kapılacak değiliz, belki de tek yapmamız gereken ışıkları sadece biraz kısmaktır. 

Bir ışık aşığının gözden kaçırdıkları sadece çevresel ve bireysel sağlığın korunması hakkında yapabilecekleri ile de bitmiyor. Hala düşünmemiz gereken, hem fiziksel hem de mental olarak sağlıklı olmasının öneminin çoğu zaman unutulduğu başka bir şey daha var; toplum. 

2018 yılında, Almanya’da Mimari Aydınlatma Tasarımı üzerine yaptığım yüksek lisans programının henüz ilk aylarında, fakülteden 22 arkadaşımla beraber bir aydınlatma atölyesine katıldık. Bu aydınlatma atölyesi, Berlin’in yaklaşık 80 km kuzeybatısında bulunan Neuruppin adındaki bir şehrin 3 farklı noktasında yerleştirilecek olan aydınlatma enstalasyonlarının tasarlanması üzerineydi. Enstalasyonların tasarımı, uygulanması, tanıtımı ve bakımı tamamen bizim sorumluluğumuzdaydı. Neuruppin’i ışıkla daha eğlenceli ve ilgi çekici hale getirmek başlıca amacımız olacaktı.

Şehre ilk vardığımızda hepimiz biraz hayal kırıklığına uğradık, Kasım Ekim ayının Almanya’da sert geçmesinden mi, yoksa şehir merkezindeki birkaç küçük uzakdoğu restoranında yemek yemekten başka pek de yapılacak bir şey olmamasından bilinmez ancak sokaklarda yok denecek kadar az insan vardı. Tabi hayalinizdeki mesleğin ilk adımlarını atarken ve halka açık ilk aydınlatma eserinizi tasarlamaya hazırlanırken bu durum oldukça heves kırıcı olabiliyor, nihayetinde hepimiz sıcaklık sıfırın altına dayanmış olsa da ışıkla insanları etkilemek, dikkatlerini çekmek ve takdirlerini toplamak istiyorduk. Ben ve 6-7 arkadaşım aydınlatmak için belirlenen 3 lokasyondan biri olan ağaçlık (biz bataklık demeyi tercih etmiştik çünkü dizimize kadar çamura battığımız oluyordu) bölgesinde çalışmak üzere görevlendirildik. Bu bölge, şehir merkezinin yanındaki gölün karşı kıyısında bulunan, sandalla veya arabayla 15 dakikada ulaşılabilen, yanında günde 1-2 arabadan fazlasının geçmediği bir yol bulunan, soğuk, ıslak, çamurlu, bir insanın ziyaret etmesi için pek de bir sebep bulamayacağı küçük bir korudan meydana geliyordu. Geriye kalan 2 grup ise nispeten daha uğrak noktalarda çalışacaktı. İlk 2 gün çeşitli denemeler, mock-up’lar ve kontroller ile geçti. Sürekli farklı aydınlatma metodları, armatür açıları ve yerleşimler, ışık renkleri ve oyunları deniyor ve şehir merkezine dönüp kıyıdan nasıl göründüğünü kontrol ediyorduk. Tüm bu süre zarfı boyunca hala çok az sayıda insana rastlamıştık ve “eserimizi” kendimizden başkasının göremeyeceğine neredeyse emin olmuş haldeydik.

3. günün akşamında artık hazırlıklar tamamlanmış ve 3 farklı öğrenci grubu Neuruppin’in 3 farklı lokasyonunda tasarladıkları aydınlatma enstalasyonlarının ışıklarını yakmışlardı. Kutlamalar ve fotoğraf çekimleri için herkes kendi enstalasyonunun başında yavaş yavaş toplanmaya başladığı anda birkaç yerli görmeye başlar olduk. İnsanlar tek tük toplanıp soğuğun ortasında, ışıkların önünde fotoğraf çekiliyorlardı. Çok geçmeden kalabalık artmaya, insanlar bizim paçalarımızı içinden zor çıkardığımız o bataklıkta toplanmaya, yüzlerinde şaşkın bir ifadeyle gülüp eğlenmeye başlamıştı bile. Tanımadığımız insanlar bize çay ve kurabiye getiriyor, bizimle konuşuyor, yaptığımız çalışmaların şehirleri için çok değerli olduğunu söyleyip teşekkür ediyorlardı. O ana kadar, bizim 3 gündür gece geç saatlere kadar bir aydınlatma atölyesi yürüttüğümüzden haberleri bile olmadığına emin olduğumuz insanların ışıklar yanar yanmaz bir araya gelmesi, hoş vakit geçirmesi, fotoğraflar çekmesi ve ışıkların içinde dolaşarak bunu geçici bir atölyeden çok Neuruppin halkı için hazırlanmış bir deneyim haline getirmesi bizi çok şaşırtmıştı. İşte o zaman ilk defa ışığın ve aydınlatmanın insan ve toplum üzerindeki etkisinin küçük bir kısmına tanıklık etmiş oldum. İnsanların hayatlarına dokunmak bir kenara, akşamlarının birkaç saatini dahi güzelleştirebilmek, Alman Futbol Takımı Dünya Kupası’nı kazanmışçasına eğlenebilmek, onlara bir araya gelmek için bir sebep verebilmiş olmak sanırım atölye sonrasında geçireceğim şiddetli soğuk algınlığına değecekti. 

Ölçeği oldukça ufak, ancak ifade ettikleri oldukça büyük bir olay gerçekleşmişti 22 ışık aşığı ve tüm Neuruppin halkı için. Işığın topluluklar üzerindeki birleştirici ve kenetleyici gücünün birinci gözden şahitleri oluvermiştik bir anda. Sadece fiziken değil ama zihnen de herkes beraber ve “hep birlikteydi” o akşam. Günümüz postmodern toplumunun kopuk, izole ve yalnız karakteri için bir panzehir umuduyla yanıp tutuşan herkes için ışık belki de birlikteliğin ve daha “parlak” bir geleceğin ilk adımıdır diye düşünmeden edememiştik. 

Tabii şu an belki de çoğumuz Clarisse’in bahsettiği şu “hız yasağına” uymak zorunda bırakılmışız, gaz pedalına yüklenmiş geçip gidiyoruz bir şeylerin yanından. İşte tam olarak bu sebepten ötürü hazırladığım bu yazı, sizlere, ışıkla yolu bir şekilde kesişmiş herkese yepyeni ve bilmedikleri şeylerden bahsetmek yerine, bildikleri ancak yasaların, kuralların ve mecburiyetlerin eskisi kadar net görmemizi engellediği birkaç değeri hatırlatmayı amaçlıyor. Birkaç hafta hatta birkaç gün içerisinde tamamlanması beklenen, topluma, çevreye ve insana dokunmadan geçip gitmek zorunda kalan devasa aydınlatma projeleri, kalitenin ve katma değerin verimsizlik ve zaman kaybı olarak algılandığı tasarım ve üretim süreçleri, ışığın ve aydınlatmanın psikolojik ve fizyolojik etkilerinin yok sayılarak aydınlatma tasarımının sadece aydınlık düzeylerine indirgendiği mekanlar bize ışığın en cazip, en etkileyici ve en büyülü (belki de en doğru kelime “büyülü”) özelliklerini unutturuyor, onların yanından hızla geçip gitmemize neden oluyor, sadece ve sadece bir yerlere, bir şeylere yetişmemiz gerektiğini anımsatıp duruyor. Ne yazık ki bu durum sadece aydınlatma sektörü için geçerli değill, tüm dünya hareket edilen bu korkunç hız sebebiyle her geçen gün aşınıyor, unutuyor, hafızasını yitiriyor. Tam da bu sebeple benim çağrım biraz yavaşlayıp, hatta mümkünse durup, gözlerimizi reklamlardan biraz ayırdıktan sonra bireysel, toplumsal ve çevresel sağlık ve huzurun sağlanması uğrunda ışığın ve aydınlatmanın üzerine düşenleri yerine getirmek yönünde. Elimizde belki de en güçlü ve en büyülü (evet doğru kelime kesinlikle bu) araç varken, Clarisse’in de yakındığı gibi, inekleri ve çiçekleri bulanık görmek de niye? 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir