Close

01/02/2019

Aydınlatma tasarımı; Kara sanat

Mimari biçimler ısık ve gölge kullanımı ile tanımlanıyor. İngiliz mimar John Pawson’un Milano’daki “Think Tank” sergisindeki “House of Stone” çalısması.

Metin: Chris Lowe, PLDA, Philip Rafael, PLDA

Her ne kadar karanlığı anlama, gerçek ilham alınmış bir aydınlatma tasarımının yerine konulamaz olsa da, neden mimari aydınlatmada karanlık ve gölge o kadar az derecede iyi ve yaratıcı bir şekilde kullanılıyor? Karanlığın tasarımı bir aydınlatma tasarımcısının görev alanının parçası değil mi?

Çoğu aydınlatma tasarımcısı karanlığı tasarımlarında kullanmaya ve entegre etmeye çalışırlar. Karanlık mekân ve daha yüksek kontrastları olan örnekler yaratırlar. Yine de karanlık olarak çalışma konusunda hepimizin bir rahatsızlığı vardır. Bunun nedenleri farklıdır. Kanunlar, inançlar ve genel kültür gibi harici etkenler ile biyolojik ve evrimsel geçmişimiz bir rol oynar.

Profesyonel tasarımcılar olarak kendimizi mevcut düzenlemelere göre ayarlamalıyız, sadece yasal kurallar ve standartlar açısından değil, planlama içinde yer alan gayri resmi normlar açısından da…

Tüm bu düzenlemeler iyi niyetli olsa da çoğu zaman yaratıcılığımız üzerinde kısıtlayıcı etki yaratırlar. Amaç, yaratıcılığı bilinçli olarak katletmek değildir. Çoğu zaman düzenlemeler, referans çerçevesi olarak alabileceğimiz tek noktadır. Yapı sahipleri ve işverenler aydınlatma planlamalarının normlara göre yapılmasından rahatlık duyarlar. Genel olarak mimari aydınlatmasında ışığın, karanlığı yok etmek ve belli (görsel) işlemlerin yapılabildiği işlevsel bir mekân tasarlamaya kullanıldığı söylenir. “Efekt aydınlatması” da bir rol oynar ancak genelde bir başka ışık katmanı biçiminde elde edilir. Ender olarak bu tür bir özellik ışığın azaltılması ile sağlanır. Mesleğimizi anlayabilmek için tiyatrodan gelen bir aydınlatma tasarımcısı ile mimariden gelen bir aydınlatma tasarımcısının yaratıcılığını karşılaştırmak gerekir. Tiyatroda, duyguları meydana çıkarmak için ışık ve karanlığı kısıtlama olmaksızın kullanırken, aydınlatma tasarımcıları mimaride güvenlik, uzun ömürlülük, kurallar ve normlar gibi unsurları dikkate almalıdır.
Bu makale, karanlık konseptinin önemini irdelemekte ve karanlık ile olağan dışı aydınlatma tasarımını planlama ve gerçekleştirmede bizi engelleyen faktörleri incelemektedir.

Şu anki durum ve koşulların arka plandaki bilgilerini araştırarak ve de alternatif yaklaşım yöntemleri oluşturarak, mesleğimizin geleceğini daha aktif etkileme olanağı yaratıyoruz.

Liverpool One projesinde kontrastlar heyecan verici. Aydınlatma tasarımı: BDP
Fotograf: David Barbour, BDP.

Gece ve gündüz

Işığa olan ilişkimizin temelini güneşe olan ilişkimizde bulabiliriz. 50.000 yıldır güneşin ışığında yaşıyor ve ölüyoruz. “Her gün güneş doğuyor ve sıcaklık, güven getiriyor, görmemizi sağlıyor ve bizi soğuk, kör ve tehlikelerle dolu geceden koruyor. İnsanlar güneş olmadan buğdayın yetişmeyeceğini ve dünyada tanıdığımız şekilde bir yaşam olmayacağını, hayatının sonu olacağını biliyordu”. (Zeitgeist Hareketi)

Güneşin doğudan doğduğunu ve batıdan battığını, yani günün ritmini ve mevsimlere bağlı olarak günün uzunluğunu anlamaya başladık. Gelişimimiz, sürekli değişen ışık yoğunluklarına ve aydınlık kalıpları ile mevcut yogun kontrastlara bağlıydı. Örnegin, bu tür kontrastlar altında hareket ettiğimiz ağaç yapraklarının arasından ışıldayan güneş ışığı ile oluşuyordu. İlk insanlar ışıkla birçok deneyim kazandılar. Böylece gözlerimiz tüm ışık tayfını ve dinamik ışık seviyesi ile her tür kontrastı algılayacak şekilde gelişti. Her ne kadar karanlık da büyük bir rol oynasa da (Çünkü gelişim sürecimizin neredeyse %50’sini karanlıkta geçirdik) gün ışığı atalarımızın renkli görmesini sağladı ve aynı zamanda sıcaklık ve güvenlik getirdi. Gündüzler, gecenin gizemli karanlığına tercih edildi. Yasam mücadelesi mekanizması içinde insanlar karanlığa karşı bir rahatsızlık geliştirdi. Bu korku ve güvensizlik duygusundan birçok mit ve batıl inanç biçimi doğdu. Her biri yabancı olanı anlama ve açıklama çabası içinde.

Batıl inanç ve din

Üzerinde yaşadığımız gezegenimizi daha iyi anlamak için birçok inanç sistemi gelişti. Günün ışığı ve gecenin karanlığı bununla ilgili birçok fikrin doğmasına neden oldu. Dinin ilk çıkışında, M.Ö. yaklaşık 10.000 yıl önce, yıldızlar ve diğer gezegenler, tanrılar olarak görüldü ve bunlara tapıldı. Daha o zamanlar güneşin önemini, en azından kendi yaşam mücadelemiz için biliyorduk.

İşte bu bilgi ile güneş insan tarihinde en çok tapınılan obje haline geldi. Zoroastrism M.Ö. altıncı yüzyılda gelişti. İlk dinlerden biri olan bu dine göre mensupları ışıkta dua ederek ışık aracılığı ile tanrıya tapıyorlardı. Aynı tarihlerde de ışık iyi bir şey; karanlık, kötülük ve korku uyandırıcı bir şey olarak görülmeye ve sembolize edilmeye başlandı.

Büyük din dünyasında hala daha aynı metaforlar kullanılır: Işık = iyi ve karanlık = kötü.

Hristiyan aleminde: “Hz. İsa tekrar onlara konuştu ve şöyle dedi: Ben dünyanın ışığıyım. Beni takip eden karanlıkta kaybolmayacak, yaşamınışığına kavuşacak” (İncil, Johannes 8.12)

Müslüman aleminde: “Allah gökyüzü ve dünyanın ışığı. Işığı, içinde bir lamba bulunan niş gibi” Kuran’ı Kerim, 24.35)

Hindular’da: “Bu sınır aşıldığında gece güne dönecek çünkü; Brahman’ın dünyası ışığın kendisi” (Katha Upanishad, 5.15)

Iglulik Eskimo’da: “Aydınlatma gizemli bir ışıktan gelecek (…) Çünkü; gözü kapalı dahi karanlıkta görebiliyor, cisimleri algılıyor ve başkalarına kapalı olan olayları önceden görüyor”.

Tüm bu cümleler ışığın iyi bir şey ve karanlığın kötü bir şey olarak görüldüğü konseptin kültürlerimize nasıl entegre olduğunu gösteriyor, ki bu sadece dinlerle sınırlı değil.

Niktofobi veya geceden korkma, karanlıktan aşırı korkmak anlamına geliyor. “Karanlıkta olabilecek muhtemel olayların net olmadan algılanmasından kaynaklanıyor” (William L. Mikulas). Bu korku çok yaygın. Neredeyse bütün çocuklar karanlıktan korkar. Böylesine bir fobi belki ekstrem bir örnek olabilir ancak; bizim karanlığın yaratabileceği güçü duyguları anlamamızı sağlıyor.

Geçmişte bu tür korkuların görevi, insanlığın evrim sürecine katkıda bulunması idi. Karanlık, soğuk ve güvensizlik ile ilişkilendirilirken ve istenmezken, aydınlık, sıcaklık ve güvenlik anlamına geliyordu ve her ne kadar ulaşılması zor olsa da isteniyordu. Ancak son yüzyıl içinde koşullar aksine gelişti. Işık seli ve aşırı aydınlatma nedeniyle, artık az olan karanlık. Yine de subjektif olarak ışığı hala daha iyi ve karanlığı kötü olarak hissetmeye devam ediyoruz.

Görme organı

İnsan gözü, görsel bilgiyi almak ve beyine iletmek üzere milyon yıl içinde gelişti. Çevremizdeki ışık durumu sürekli degiştiği için gözlerimiz aşırı ışık ortamları ile baş edebiliyor. “İnsanın görsel sistemi bilgiyi, aynı anda olmasa da çok geniş bir ışık yoğunluğu aralığında işleyebiliyor. Kendisini sürekli olarak mevcut koşullara ayarlayabiliyor (“Human Factors in Lighting – Boyce).

Gözümüz doğrudan güneş ışığından (32.000 ile 130.000 lux arası) yıldızların düşük ışığına kadar (0,01 Lux’den az) görme kapasitesine sahip. Bu objektif özelliklerin yanısıra evrim süreci içinde görme kapasitemiz subjektif özellikler de kazandı. Örneğin retina üzerindeki kör leke (kör açı olarak da bilinir). Bu kör lekeye rağmen genelde görüş alanımız içinde kör lekeler görmeyiz. Bunlar vardır ancak; sadece belli prosedürler ile kanıtlanabilir. Bunun sebebi, beynimizin görsel bilgiyi işlemesi ve otomatik olarak delikleri “doldurması”dır. Birçok optik yanılsamanın da kullandığı bir özelliktir. Olayları yorumlamamız tamamen fizyolojik bakış açımıza bağlı yoğun subjektif bir prosestir.

Mekânı algılamamızda ışık, gölge ve karanlık büyük bir rol oynar. Evrim sürecimizin ilk dönemlerini yoğun vejetasyon içinde geçirdik. Bu tür çevrede düz bir perspektif (“Light Volumes, Dar Matters – Claudia Dutson) yoktur. Mekânı anlamamız ışık ve gölgenin dönüşümlü oyununa, çevremizdeki ağaç ve bitkilerin çeşitli aydınlık seviyesine bağlıdır. Mekânı bu şekilde yorumlama kabiliyetimizi kaybetmedik. Günümüzde çevremizin tamamen yapılandırılmış ortamlarında da mekânları, yapıları ve mesafeleri anlamak için ışık ve karanlık arasındaki varyasyonları kullanıyoruz. Ancak bu konsept çoğu zaman mimarlar ve de birçok aydınlatma tasarımcısı tarafından göz ardı ediliyor.

Karmaşık karanlık

Bu noktada karanlığa biraz daha eğilmek doğru olacak. Karanlık, ışığın olmaması veya az olması ile oluşur. Bu kulağa kolay geliyor ancak karanlığı anlama yöntemimiz çok daha karmaşık. Karanlık sadece kapkara bir durum olarak tanımlanmıyor. Karanlık ve gölgelerin de farklı dereceleri var. Dış etkenlerin duyularımızı kısıtlamasıyla karanlık, çevremizi farklı ve daha yavaş algılamamıza neden oluyor. Karanlık bize; özel alan, koruma ve sükunet sunuyor.

Bunlar karanlığa gizemli, samimi ve sakin olan gibi gayet pozitif özellikler kazandırıyor. Karanlık bugün insanlara aşırı suni ışık ile aydınlatılmış, ışık seli içinde olan ve böylece dengesinden kaymış bir çevreden kaçış imkânı sunuyor.

Dinlenmemizi ve enerjimizi geri kazanmamızı sağlayan yine karanlık. Bunun en güzel örneği klişeleştirilmiş “mum ışığında akşam yemekleri”. Batı medeniyetlerinde karanlık ile ilgili olarak farklı duygular olsa da bunlara genelde korku ve bilinmeyen duygusu hakim. Ancak dünyanın her yerinde bu durum böyle değil. Uzak Doğu Kültürü, karanlığın ve gölgelerin önemini biliyor ve bunu öne çıkartıyor. Aydınlık ve karanlık bir denge içerisinde. Yin ve Yang, gün ve gece gibi. Junichiro Tanizaki bu basit konsepti “Gölgenin onuruna bir resmin üzerine 100 mum gücünde ışık veren kişi. Orada muhtemelen bulunabilecek her türlü güzelliği kovuyor” adlı eserinde gösteriyor. Karanlık güzelliğin var olması için önemli. Çünkü güzellik sadece görebildiğimiz degil, görülemeyenden de oluşuyor. Karanlık fantazilerimizi özgür bırakıyor. Düşüncelerimizin ve aklımızın, dış bilgi ve etkenleri aramadan, bunları işlemden, iç gözlemlere dayanarak çalışmasını sağlıyor.

Sanatta “Clair-obscur-teknigi aynı zamanda açık karanlık resim sanatı
olarak da adlandırılıyor.

Sanatta karanlık

Sanatta duyguların iletişimini sağlamak ve gösteri oluşturmak için karanlığın önemine yönelik yerleşik bir anlayış varmış gibi duruyor. Rönesans dönemi ressamları ışık ve karanlığın sembolünü sadece anlamış değil, aynı zamanda bilinçli olarak da kullanmışlar. İyi olan ışık ile, kötü olan karanlık ile sembolize ediliyor. Aynı dualite ümit ve çaresizliğin resimleştirilmesinde de kullanılıyor. Caravaggio, Rembrandt ve Baglione gibi büyük resim ustaları ışık ve karanlık arasında yoğun kontrastlar, yani Clair-obscur tekniğini aydınlık karanlık resim tekniğini kullandılar. Söz konusu teknik çoğu zaman o dönemin mekânı, perspektifi ve hiyerarşisini göstermek için kullanıldı.

Sanatçılar bunun dışında farklı sahneler için karanlığı ustaca kullanmayı bildiler. Karanlık geçersiz olan ayrıntıları saklıyordu ve izleyicinin bakışını, sanatçının niyetine göre sahne içinde dolaştırıyordu. Bu şekilde resmin anlattığı hikaye adım adım keşfediliyordu. Mimarideki aydınlatma tasarımı, bu sanatçılardan hayli bir şey öğrenebilir.

Film ve tiyatroda ışığın kullanımı çok sanatsaldır. Senaryo ilerlerken izleyicinin duyguları ile oynamak ve duygular uyandırmak için sıklıkla kullanılır. İzleyici sahneye dahil edilir, oyun yaratılır ve duygular aktarılır. Mimariden farklı olarak sanatsal aydınlatmanın bu türü kurallar ve normlar ile kısıtlanmaz.

Örneğin çalışma seviyesindeki ortalama aydınlatma gücüne veya eşitlik derecesine bakılmaz. Tek kısıtlama sahip olunan aydınlatma tekniği ile aydınlatma tasarımcısının hayal gücüdür. Bu tür olanakları keşfetme ve deneme özgürlüğü, mimarideki aydınlatma tasarımcıları olarak bizlerin heyecan verici ve ifade güçlü tasarımlar yapmasına ve repertuarlarımızı genişletmemize yarayacaktır.

„Praça Diogo de Meneses“ Cascais, Portekiz

Aydınlatma tasarımı; Kara sanat

Mimari aydınlatma planlaması yaparken dikkat edeceğimiz bir nokta, doğada aydınlık ve karanlığın eşit oranda ve dengede var olmasıdır. Bu nedenle aydınlatma tasarımının aydınlık ile karanlık arasındaki dualiteyi kapsaması gerekir.

Ancak akla su soru geliyor: “Neden mimari aydınlatmada karanlık ve gölgelerden az faydalanıyoruz?“

Aydınlatma tasarımcıları olarak, aydınlatılmış mekânların kullanıcılarının duygularına hitap eden olağanüstü aydınlatma tasarımı yapmak istiyoruz. Aydınlatma tasarımının karanlık tarafını keşfetmekten bizi ne alıkoyar? Sanki tüm aydınlatma tasarımcıları kitleler halinde niktofobiye sahip. Bizler karanlık bir çevrede neler olduğuna veya olabileceğine yönelik çok az bir algıya sahibiz. Bu endişe aslında potansiyel yasal anlaşmazlıklardan kaynaklanıyor, ki bu da yaratıcılığın kısıtlanmasına ve memnuniyetsizliğe neden oluyor.

Normlar ve kurallar

Aydınlatma tasarımında çoğu zaman kurallara uymak zorundayız. Kurallar bizlere yön vermek ve kullanıcılara emniyet ve koruma sağlamak içindir. Kurallar ortalama aydınlatma yoğunluklarını, asgari aydınlatma gücünü, eşit orantı değerlerini ve kamaşma değerlerini tanımlar. Dolayısıyla aydınlatma tasarımcıları giderek daha sert norm ve kurallar ile çalışmak zorunda kalıyor. Bu da iyi tasarım ve yaratıcılığa kısıtlama getiriyor. Bu tür düzenlemeler ile “sayılara göre boyama” tasarım yaklaşımı suni, monoton, ifadesiz bir gri gökyüzünü andıran, gölgesiz, dinamik ve kontrastsız ortamlar gibi sonuçlara götürüyor. Bu şekilde oluşturulan mekânlar, geliştiğimiz ışık koşullarına çok az uyuyor.

Sadece suni değil, ayrıca doğaya aykırı bir ışık ile aydınlatılıyorlar ve buralarda kendimizi iyi hissetmememiz de şaşırtıcı olmuyor.

Junichiro Tanizaki 1933 yılında şöyle yazdı: “Batıdaki gelişmiş insan (Avrupa / Kuzey Amerika) kendisini ve hayatını iyileştirme konusunda kararlı. Mumdan yağ lambasına, yağ lambasından gaz lambasına, gaz lambasından elektrikli ışığa bir gelişme var. Giderek daha fazla aydınlık arayışı bitmiyor. En küçük gölgeyi dahi yok etmek için gayret sarfediyor.”

Ancak gözlerimiz son 200 yıl içinde çok büyük bir gelişme göstermedi. O takdirde günümüzde uygulanan giderek artan ışık seviyesi nasıl açıklanabilir? Her teknolojik gelişme daha fazla ışık tüketimini beraberinde getiriyor. Norm ve kurallar trendleri takip ediyor. Daha fazla ışık üretme kapasitesi genelde daha fazla ışık planlama kuralında yer buluyor.

Roger Fouquet ve Peter J.G. Pearson “The Price and Use of Light in the United Kingdom” adlı çalışmalarında “ortalama bir İngiliz ailesinin 1800 yılına göre yılda 200 kat daha fazla ışık tükettiğini ve toplam ekonominin yılda 25.000 kat daha fazla ışık tükettiğini” belirtiyorlar.

Mekânları gündüz ve gece aynı aydınlıkta, fiyat açısından da problem olmayacak şekilde aydınlattığımızı düşünelim. Gerçekten yapmalı mıyız? Teknolojik olarak mümkün olduğu için en doğru karar olması gerekmez. Merdiven acil çıkışları için bir Lux yeterli ise, koridorlardaki 100 Lux ve lobbylerdeki 200 Lux’la niye uğraşalım diye düşünüyoruz.

Gözlerimiz norm ve kuralların bize belirttiğinden çok daha fazla uyum sağlama kapasitesine sahip. En etkileyici ışık tasarımlarından bazıları restoran, bar ve kafelerde görülüyor. Bu mekânlarda çoğu zaman insanlar alkol etkisinde olsa da mekânların aydınlatması ile ilgili olarak genel bir problem algılanmıyor. Bu noktada argümanımızın parametrelerini açıklamalıyız.

Tabii ki her mekân sahnesel ve duygu uyandıracak efektler ve karanlık, yogun kontrastlar ile aydınlatılmamalı. Estetik ile işlevsellik arasında uygun bir denge olmalı. İnsanların belli görevleri yapabilmesi için eşit bir aydınlatma veya yüksek aydınlatma gücü gerektiren birçok durum var. Bu tür çalışma alanlarında duygu yüklü ışık planlamalarının uygulanması için konuşmuyoruz. Ancak bu tür ortamlarda bazı öğelerin öne çıkarılmasını engellemek için de herhangi bir neden yok.

Örneğin alışıldık bir ofis mekânını ele alalım. Çalışma alanlarındaki ve konferans salonlarındaki masalarda eşit bir aydınlatma sağlamak pratik olsa da, ortama özgü ve sahnesel efektler ile kontrastlar kazandırmak mümkün. Eşit bir aydınlatmanın her zaman gerekmediği (sadece çalışmaya yönelik olmayan alanlar) serbest alanlar, konferans ve seminer odaları, lobiler ve bina girişleri her zaman eşit aydınlatılması gerekmez. Neden suni oluşturduğumuz ortamları ve aydınlatmayı gerektiğinden daha fazla sunileştirelim ki?

Mekânların daha çok gerçek kullanımlarına göre incelenmesi gerekir. Belli faaliyetler için lokal aydınlatma, yaratıcı, ilham verici aydınlatmaya açık olmak gerekir. Çin normlarının kontrastlar konusunda daha fazla esnekliğe müsade etmesi ilginçtir. Aynı normlar, çevredeki kontrastların yoğunluğuna veya düşüklüğüne göre farklı aydınlık seviyelerine olanak tanıyor. Çevre kontrastı düşük olduğunda düşük aydınlatma gücü ve yoğun kontrastlarda yüksek aydınlatma gücü…

“Gelişmiş” Batı Dünyası bundan iyi bir örnek çıkarabilir. Tek düze olan tasarım ile kısıtlı kalmamalıyız. Işık ve karanlığı / gölgeyi eşit değerlendirmeliyiz ve her ikisini de tasarım aracı olarak kullanmalıyız. Hedefimiz, kullanıcıları motive eden, ilham ve keyif veren mekânlar tasarlamak. İşte bunun için gayret göstermeliyiz.

Kulis olarak karanlık.

Sonuç

Şu sıralar yaşadığımız aşırı aydınlatmanın “beyaz gürültüye” (White noise”) görsel bir eşitlik olduğu kanısındayız. Odağı, hiyerarşisi olmayan bir arka plan gürültüsü, bir tür görsel anarşi.

Karanlık, bunlardan bir kaçış yeri sunuyor. Karanlığı anlar ve tasarım aracı olarak kullanırsak, iç dünyamıza konsantre olabileceğimiz, harici, görsel çekimleri aramaksızın veya onlardan etkilenmeden kaçabileceğimiz mekânlar yaratabiliriz. Gecenin karanlığı ümitlerimizi, korkularımızı ve rüyalarımızı nasıl etkiliyorsa, gölgeler ve gizemli olan modern çağımızın görsel seli olarak çalışabilir. Karanlık, fantazilerimize hareket olanağı verir ve rüya görebilmemize izin verir.

Daha karanlık mekânlar tasarlamanın avantajı olarak sayılacak bir çok neden var: Duygusal aydınlatma tasarımı, potansiyel enerji tasarrufu veya aşırı aydınlatılmış mekânlar nedeniyle geceleri melatonin üretiminin baskılanmasını engelleme gibi. Halen mevcut kural ve normlar, karanlığı, kullanıcıların duygusal ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlamamızı engelliyor.

Bu ifade ile genel olarak normlara olan temel ihtiyacı sorgulamak istemiyoruz. Normlar olmasa kaos olurdu. Ancak duygulara hitap eden bir tasarım için mevcut kuralların kırılması gerekiyorsa, mevut düzenlemelerin uygun olmadığı ve eski olduğu veya hatalı olduğu yönünde de bir işarettir. Sadece uyulmaması için varolan kurallar anlamsızdır.

Aydınlatma tasarımcıları olarak birlikte kuralları ve normları etkileme olanağımız var. Mevcut düzenlemeler, karanlık / gölgenin daha iyi dikkate alındığı ve çekici tasarımların geliştirilebileceği şekilde iyileştirilmelidir. Bunu yapmak için tasarımcıların aktif katıldığı ve aydınlatma tasarımının gelişimine kolektif olarak katkı sağladıkları açık diyaloglara ihtiyaç var. Bu aşamada birçok unsurun değerlendirilmesi ve birçok kişinin dinlenmesi gerekir. [email protected] adresindeki tartışmalara katılın ve görüşlerinizi paylaşın. Yaşasın karanlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir