Aydınlatma hakkında ders niteliğinde 10 Amerikan Filmi
Filmlerde aydınlatmanın neredeyse ruhani bir yönü vardır. Film yapımı söz konusu olduğunda başka hiçbir teknik bakış açısı, hafif bir modifikasyonla anlatının ruhunu ve modunu radikal bir şekilde değiştiremez. Gölgelerin değişikliği, ışığa odaklanılması, farklı sıcaklıklarda ışık kullanımı ile tüm atmosfer anında dönüşebilir.
Buradan hareketle şu söylenebilir ki, aydınlatma film yapımında en önemli noktalardan bir tanesi. Bir sinematograf ya da yönetmen olarak bu özelliğin nasıl kullanılacağını anlamak asıl anahtar olan nokta. Aşağıdaki önemli film örnekleri ise bu aracı yani “ışığı” anlamamız konusunda bazı anahtar ipuçlarını içeriyor:
1. The Godfather (Coppola, 1972)
Francis Ford Coppola’nın “The Godfather” (Baba) filmi genellikle tüm zamanların en iyi filmi olarak kabul ediliyor. Film; senaryo, sinematografi, oyunculuk, ses tasarımı ve aydınlatma gibi birçok açıdan örnek teşkil ediyor. Filmin açılış sahnesi, anlamı iletmek ve tonlama açısından, büyük ihtimalle ışığın en iyi kullanımı. Başlıklar ekranda kaybolduktan sonra, açılış imgesi yakın-plan bir yüz olarak karşımıza çıkıyor. Bu imaj, karanlıkta vurgulanan gözler ki kafatasındaki çukurlara benziyorlar. Turuncu ışık, anlam kazandırmak açısından, hafifçe yüze değiyor ve böylece izleyici gördüğü imgenin ne olduğunu anlayabiliyor.
Bu sahnede de yakın plan uzak plana dönemeye başladıkça, başın iskeleti formu daha belirgin hale geliyor (Kel bir kafaya karşı ışığın belirgin parıltısı buna yardım ediyor). Ve biz gömlek yakasının beyaz üçgenlerini görmeye başlıyoruz. Ancak yine de başın kalan kısmı hala karanlıkla çevrilmiş durumda. Arka planda hiç ışık yok, kamera geri çekilerek bir masa görüntüsünü ortaya çıkarana, yanında aynı derecede karanlık bir silüetin oturduğu anlaşılana kadar, belli bir lokasyon tanımı da yok.
Masanın arkasında cut ve reverse (ters) çekimler yapılıyor. Sadece beliren kişinin yüzü daha çok aydınlatılmıyor aynı zamanda bu kişinin arkasında bir pencere de görülüyor. Pencere gün ışığını içeri sızdırıyor, Don Corleone’un oturduğu sandalyeye belirginlik kazandırıyor. Böylelikle tüm sahnenin modu değişiyor.
Ters çekim kararana kadar filmin atmosferi karanlık ve rahatsız edici. Bonasera’nın açıkladığı gibi kız kardeşinin korkunç saldırı sahnesinde, aydınlatma, gölgelerle dolu bir şekilde karanlık kalmaya devam ediyor. Ancak daha sonra izleyici Don Corleone’yi -iki çekimin yardımıyla- fark ediyor ki bu, çete lideri Bonasera’nın problemlerinin asıl cevabı-onun karanlığına bir ışık. Işığın bu şekilde devamlı kullanımı filme ilginç bir ruh hali ve karanlık bir anlatı kazandırıyor. “The Godfather”, belki de, kontrollü aydınlatma senaryolarının bir diyalog içinde duyguyu ve ruh halini nasıl satabileceğine dair en iyi örnek.
2. Citizen Kane (Welles, 1941)
“Citizen Kane” (Yurttaş Kane) karakter motivasyonlarını ve duygularını vurgulamak için aydınlatmayı kullanan başka bir film. Işığın uzun akışları izleyicinin sezdiği silüetleri yaratmak için kullanılmış. Buna ek olarak, ışık aynı zamanda filmin modunu da ortaya koyuyor. Karanlıkta, üzücü anlarda, çok az ışık kullanılmış (Eğer ışık var ise örneğin camdan, pencereden büyük bir akış olmasına odaklanılmış). Kane’in yüzü genellikle gölgelerle kesilmiş durumda. Filmin bu şekilde aydınlatma kullanmasının bir nedeni de bütçe. O dönem film yapımcılarının büyük, pahalı sahne malzemeleri için yeteri kadar paraları olmadığından, bu çeşit silüetler kullanmak bütçenin eksiklikleri saklamaya yardımcı olmuş. Aydınlatma, iyi bir sinematografiyle desteklendiğinde, bütçe kısıtlamalarını kolaylaştırmaya yardım edebilir hem de filme bir boyut ekleyebilir.
3. Blade Runner (Scott, 1982)
Low-key aydınlatma: Bu üç kelime Ridley Scott’ın bu inanılmaz filminin görsel sunumunu kısaca tanımlıyor. Blade Runner (Bıçak Sırtı) kirli, puslu bir şehri aydınlatma ve iyi bir set tasarımı ile nasıl göstereceğinizin mükemmel bir örneği. Filmde ne zaman bir protogonist dışarı çıksa aydınlatma yağmuru vurguluyor ve ona kişilik kazandırıyor.
Final sahnesinde, o ünlü “yağmurda gözyaşları” monoloğu, bu kirli realizmin vurgulanmasına iyi bir model teşkil ediyor. Roy Batty’nin yakın-planlarında arka ve anahtar aydınlatma, onun yüzündeki kan damlalarını ve suyu vurguluyor. Karttan gözüne yansıyan parıltı ise korkunun heyecanının adeta çevirisini yapıyor.
Yine, tıpkı diğer filmlerde olduğu gibi, Blade Runner ruhsuz bir şehirde aydınlatmanın duygu, hissetme ve kişilik gibi temaları nasıl yarattığını da gösteriyor.
4. The Shining (Kubrick, 1980)
Korku neredeyse aydınlatmaya bağımlıdır. “Tür” olarak var olduğumuz en erken dönemlerden itibaren insanoğlu karanlıktan korkar. Çünkü o en ilkel avcılar, tarımda çalışanlar bunu nasıl açıklayacaklarını bilememişlerdir. Böylelikle karanlık “bilinmezin” korkusundan evrilmiştir ki bugün insanlar hala buna tutunurlar.
“The Shining” (Cinnet), birçok farklı film tekniğini kullanarak bu “bilinmezlik” korkusu üzerine oynar. Bunlardan bir tanesi aydınlatmada renk kullanımıdır. Otel ışıklarının genişliği altındaki halıların sinir bozucu rengi dış mekânlarda her yerde bulunan soğuk mavi ile tezat oluşturuyor ve iki farklı kişilik yaratıyor. Bu kişilikler ise filmin tonu ve atmosferi açısından çok önemli.
5. The Revenant (Iñárritu, 2015)
“The Revenant”ı (Diriliş) listenin en üst sıralarına koymak tuhaf gelebilir. Ancak eğer bu filmleri seçme nedenimiz aydınlatma konusunda en iyi örnekleri vermek ise o halde “The Revenant”tan öğrenilecek çok şey var demektir.
Öncelikle ve en önemli olarak; film tamamen doğal aydınlatma şartları altında çekildi. Hiçbir stüdyo ışığı ya da güneşi taklit eden aydınlatma kullanılmadı. Her bir sahne, hava durumuna göre dikkatli bir şekilde planlandı. Hava şartları bazı spesifik durumlarda elverişli olmadığında ise çekim şartları oluşana kadar beklendi.
Tüm bunlar filmi sinematografik açıdan yılın en güzel örneklerinden biri haline getiriyor. Dahası, filmin ruhu ve atmosferi direkt olarak aydınlatma seçimiyle ilgili. Sert karın buz mavisi ve beyaz rengi, filmdeki tüm manzara, yumuşak gün ışığı ile güçlendiriliyor. Bu, yeşil ekran veya stüdyo aydınlatması ile taklit edilebilecek bir durum değil ve eğer filmde yapay ışık kullanılmış olsaydı; şu anda olduğu gibi “örnek” teşkil etmezdi. Tam da bu nedenle, bu filmden çıkarılabilecek dersler, doğal aydınlatmanın önemini ortaya koyuyor. Elbette bu, her filmin tamamen doğal aydınlatma altında çekilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak film yapımcıları bu konuda çekimser kalmamalı. Güneş, bulutlar ve ay başka hiçbir yolla taklit edilemeyecek aydınlatma senaryolarının ortaya çıkmasını sağlayabilir.
6. Silence of the Lambs (Demme, 1991)
Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği) filminden başka çok az film, aydınlatma sayesinde kabuslara neden olmuştur. Dürüst olmak gerekirse filmde ışığın gerçekten öne çıktığı ve kendini gösterdiği çok az durum var. Ancak tüm film boyunca ışık dehşet ve korku yaratmak adına sinematografiyle iyi bir şekilde bütünleşiyor. En iyi bölüm ise Clarice’in çiftlikteki kuzular hakkında yaptığı örnekle ilgili sahnede ortaya çıkıyor. Sadece Jodie Foster’ın konuşması mükemmel ve yakalayıcı değil aynı zamanda Antony Hopkins’inki de öyle. Tüm bunların yanında kompozisyon ve ışığın kullanımı da sahnenin dehşetini artırıyor.
Işık, tamamen Lector’ın beyaz tişörtüne adeta dökülüyor. Lector, Clarice’den daha fazla bilgi alabilmek için onu gözetlerken, şeytansı gözleri ışıkla vurgulanıyor. Buradaki kompozisyonda sıkı bir yakın-plan var ancak aşırı bir yakın plan değil. Sadece rahatsızlık yaratmak adına yeterli bir yakın plan. Clarice ise, tam tersi, karanlığın içinde kuzuların başına ne geldiğini açıklamak için içsel bir mücadele içinde.
Elbette bu filmden bahsederken Buffalo Bill ile olan inanılmaz final sahnesi konuşulmadan geçilemez. Buffalo Bill ve izleyici arasındaki bariyeri ışık kırıyor ve gece görüş gözlükleri kamera olarak kullanılıyor- Burada aslında tüm sahne boyunca aynı kişi var. Tüm sahne farklı bir yolla çekilerek yaşanılan dehşet uyandırılıyor ancak kötü adam ve izleyici arasındaki duvarların yıkılmasıyla birlikte gelen dehşetle bu aynı değil.
Buradan çıkarılacak ders ise aydınlatma, özellikle karakterler bağlamında, izleyicinin bakış açısını değiştirebilir; atmosferi, ruh halini ya da anlatıyı yükseltebilir.
7. Lolita (Kubrick, 1962)
“Lolita” Kubrick’in en iyi bilinen, en popüler filmlerinden biri değil. Ayrıca görsel açıdan düşünecek olursak çok fazla “Kubrick” stili de değil. Ancak ana hikayeye ve temaya dikkat çekmek için ışığı ilginç şekilde kullanan bir örnek.
Film orta yaşlı bir adamı 14 yaşında bir kıza aşık olmasını anlatıyor. Filmin aydınlatması, tahmin edebileceğiniz üzere, “şehvet” ana teması üzerine odaklanıyor. Lolita ekrandayken ışık altında banyo yapıyor, adeta parıldıyor. Saçları ışığı yansıtıyor, bacakları ışıkla birlikte vurgulanıyor ve dikkat onlara yönlendiriliyor, yüzü ise son derece parlak, aydınlık.
Humbert ise tam tersi genellikle gölge içinde. Yüzü aydınlık ya da neşeli değil; yaşını göstermek adına gölgelerle süslenmiş durumda. Özellikle filmin sonlarına doğru bazı sahnelerde (ve bir de filmin başında) etrafına kurulan ortam ya gölgeler içinde ya da bir şekilde zarar görmüş, dökülüyor görünüyor.
Bu tür aydınlatma senaryoları sadece filmin ana temasına dikkat çekmiyor aynı zamanda duygu da yaratıyor. İzleyici -aydınlatma sebebiyle- Lolita’yı gördüğünde, Humbert’ı gördüğünden daha mutlu olma eğiliminde.
8. Seven (Fincher, 1995)
David Fincher’ın filmleri -en az “lezzetli” olanlar dahil- her zaman çok iyi görünür. Fincher, kompoziyon ve aydınlatmaya oldukça vurgu yapar. “Seven” (Yedi) ise buna en iyi örnek. İlk cinayet sahnesi direkt olarak “Malta Şahini” gibi kara filmlerden (film noire) alınmıştır. Set karanlıktır ve gölgeleri kesen flaş ışık parıltıları bulunur. Her şey siyah ya da grinin değişen gölgelerinden ibarettir.
Film ilerledikçe, aydınlatma ve renk şeması değişir; gizem daha fazla ve kafa karıştırıcı olmaya başladıkça aydınlatma daha da parlak olmaya başlar. Sonunda ışığın git gide artan bu parlaklığı güneşli açık bir alanda karakterleri yere düşürene kadar sürer.
Bu sadece gizemin doğası değil ( Daha fazla ipucu keşfedildikçe sahneler daha da parlak hale gelir) aynı zamanda bir dedektif filmindeki alışılagelmiş patlama noktasını (climax) da alt üst eder. Bu parlak güneşin kontrastı rahatsız edici sona tuhaf bir eğri kazandırır. Dahası, kötü adam John Doe “güneş” iken, direkt olarak aydınlatma kaynağının önünde konumlandırılır ki bu da ona bir çeşit “hale” imajı verir.
Tekrar söylemek gerekir ki aydınlatma sadece filmdeki temaları yansıtmaz aynı zamanda sahnenin duygusunu da verebilir.
9. The Exorcist (Friedkin, 1973)
Exorcist’in (Şeytan) kapağı büyük ihtimalle bugüne kadar en iyi aydınlatma kurgularından. Bir silüet evrak çantası taşımakta ve sokakta tek başına sokak lambasının altında oturmaktadır. Bu arada bir evin penceresinden görünen parlak ışık adeta sokağa dökülmektedir.
Bu filmin korkuyu tanımlamadaki aydınlatma kullanımı gerçekten nefis. Evin içindeki renk paleti yavaşça, film daha da yoğunlaştıkça, soğuk mavi olmaya başlar ve ışık yumuşaktan serte doğru dönüşür.
Işık filmde aynı zamanda inanç duygusu için de kullanılmış. Filmin konusuna uygun bir şekilde ışık karanlıkla savaş halinde. Eğer filmdeki karanlık odaya dikkatli bir şekilde bakarsanız; odada yüzler ve yapılar görürsünüz. Rahipler anlatıya dahil olduklarında ışık yine belirir ki (o sert maviden olsa da) bu şeytana karşı savaşmayı temsil eder.
10. Mulholland Drive (Lynch, 2001)
David Lynch, aydınlatmaya fazlasıyla odaklanan bir yönetmen. “Mulholland Drive” (Mulholland Çıkmazı) ise muhtemelen temayı, duyguları, anlamları iletmek için ışığı kullanmasına en iyi örnek.
Filmin başlangıcında, ortam oldukça parlak. Hatta rahatsız edici şeyler olduğunda bile, lokantanın dışında olduğu gibi, aydınlatmanın durumu anlatının doğasını yansıtmıyor. Ancak filmin protogonistleri tavşan deliğinin derinlerine doğru daldıkça, aydınlatma kararmaya, daha zorlayıcı ve iç karartıcı olmaya başlıyor.
Filmden bir sahneye bakalım; mesela tekerlekli sandalyede oturan adam. Onun üzerindeki ışık parlaktır ancak çevresi gölgede bırakılmıştır. Bizlerin izleyici olarak tekerlekli sandalyedeki adama bakmamız beklenir ki aynı zamanda burasının mutlu bir yer olmadığını da anlarız.
Başka bir örnek ise kutunun kullanımı. Kutu açıldığında, onun çevresindekiler de, odadaki aydınlatma durumuna uyum sağlayarak hafifçe aydınlatılır. Ancak kutunun içerisi zift gibi karanlıktır. Kamera birden bire bu karanlığın içinde sarsılır. Bu sadece kutunun içindekilerle ilgili soru işaretlerine bir çağrı değildir; bu aynı zamanda tüm filmi bir şekilde değiştirir. Çünkü eğer kutunun içinde ne olduğu gösterilse konu ilginç olmayacaktır.
Yazı: Keith LaFountaine
Çeviri: Leyla Özyol
Haber kaynağı: http://www.tasteofcinema.com/2016/10-great-american-movies-that-can-teach-you-valuable-lessons-of-lighting/